Bir zamanların “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu”na yani Büyük Britanya veya Birleşik Krallığa[1].
Kızımla gidiyoruz. 3 hafta kalacağız. İngilizce dil kursu, bir aile yanında ikamet… 1000’er pound ödemiştik. Bu paranın bir kısmı sabah ve akşam yemekleri dahil kaldığımız eve, bir kısmı dil kursuna bir kısmı da İstanbul’daki buraya gelmemize aracılık eden firmaya kalıyor.
İngiltere’nin en zengin ve en kalabalık bölgesine, Güneydoğu Bölgesi’ne gidiyoruz. Londra’nın 50 km güneyindeki XVIII. yy ortalarında İngiltere’nin ilk sayfiye yeri olarak ünlenen Brighton’a gidiyoruz. Büyük Britanya’nın Okyanus’a bakan en güney ucuna.
Kaçan Uçak
22 Temmuz 2014 tarihinde Ankara’dan Sabiha Gökçen Havaalanı’na uçtuk. Buradan 11.20’de THY ile Londra Gatwick Havaalanı’na uçacağız. Uçağın 20 dakika rötar yapacağı anons ediliyor. Biz de rehavete düşüp 11.40’a 7 dakika kala kapıya geliyoruz. Heyhat kapı kapanmış. Yalvarmalarımız çare olmuyor. Kapıdaki oğlan “kapı kapandı, yapacak hiç bir şey yok, polisten tekrar çıkış yapın, başka bir uçağa bakın” diyor. Vaziyetimize ah vah edip çaresiz polisten geri çıkış yapıyoruz. Valizlerimizi geri alıyoruz. Yeni bir uçuş arıyoruz. Pegasus’un 21.00 uçağı var. 600 TL’yi bayılıp yeni biletlerimizi alıyoruz.
Tekrar polisten giriş yapıyoruz. Yeşilköy Havaalanı’na göre bir hayli küçük Sabiha Gökçen’nin dış hatları içinde 7-8 saat daha geçireceğimiz zaman varmış. Buradan gerçekleşen uçuşların çoğu Pegasus firmasına ait. Biniş öncesinde akşam yemeklerimizi de yiyoruz. Uçağımız 10 dakika civarında rötarla kalkıyor. Uçakta yemek hizmetinin paralı olduğunu öğrenince karnımızı doyurmuş olduğumuza seviniyoruz.
Gatwick Yerine Stansted
THY bizi Londra civarındaki üç havaalanından biri olan Gatwick Havaalanı’na götürecekti. Burası bizim kalacağımız Londra’nın güneyindeki Brighton şehrine en yakın yer idi. Stansted ise Londra’nın 70 km kuzeyinde.
Birleşik Krallık saatiyle 11 civarında Stansted’e sert bir inişle indiriyor bizi pilotumuz. Uçağın içinde seyehat esnasında bağırıp çağıran bir yolcunun iniş kapısının önünde polisler tarafından tutulduğunu, sorguya çekilmekte olduğunu görüyoruz.
Yıllar önce (1988 yılı idi) Brüksel’den gemi ile geçtiğimizde İngiltere’ye girerken polisin gösterdiği sert yaklaşım hala aklımda olduğu için çıkış polisine de korkuyla yaklaşıyorum. Yeşil pasaportum olmasına ragmen Türkiye’den çıkmadan vize almak için bir sürü evrak, belge… izi alınmayan parmağım da kalmamıştı. AB pasaportu olan kızım sorunsuz geçiyor. Benim 4-5 parmağımın izi tekrar teker teker alınıyor. Eh ne diyelim, buna da şükür.
Burası bizim yeni modern havaalanlarımız yanında eski, yıkık-dökük bir görüntüde. Dış hatlar çıkışı ana baba günü. Bir Kıbrıslı Türk yaşlı kadın Türkçe konuştumuzu duyunca bize içerde bir küçük kız çocuğu ile annesini görüp görmediğimizi soruyor.
Brighton’a Nasıl Gideriz?
Şimdi ne yapacağız? Burada geceleyip sabah mı yola çıkalım yoksa gece otobüslerinden birine binip yolumuza devam mı edelim? Nurben “devam edelim” diyor. Tren mi otobüs mü derken 1.40’da son durağı Brighton olan bir otobüs seferi olduğunu öğreniyoruz. National Bus… kişi başı 35 pound. Şoför valizlerimizi yerleştiriyor. Muavin olayı yok. Şoför tek kişi her şeyi yapıyor. Otobüsün de kendi otobüsü olduğunu öğreniyoruz. Soldan akan trafik, dar yollar, ormanların içinden geçen yollar, uykulu gözler, uyuyan yolcular… Güneye doğru iniyoruz. Londra içinde yolcuların çoğu iniyor.
130 km civarındaki yolu 3,5-4 saat gibi bir sürede alıyor. Yani bizi sabah 6’ya doğru Brighton’un merkezine indiriyor.
Bir soğuk bir soğuk. Nurben “donuyorum” diye sızlanıyor. Yandaki otele girip bize bir taksi çağırmasını rica ediyorum. 2 dakikaya taksi geliyor. Kalacağımız evin adresini veriyoruz.
Brighton Merkez’in 10 km Batısında Mehrdad Mayahi’nin Evi
Portland Road, … numaralı ev. Semtin adı Hove, East Sussex[2]. Evin önüne indiriyor bizi taksici. Motor teknisyeni olan ev sahibimiz bir İranlı. Kız arkadaşı Xiao Xiao (Şav, Şav) ise bir Çin usulü otlarla tedavi uzmanı.
Şimdi ne yapacağız? Bu saatte onları uyandırabilir miyiz? Nurben üşümeye devam ediyor. Valizden ilave giysiler çıkarıyoruz. Dayanıyoruz kapıya. Zili çalıyoruz, ses yok. Kapıyı çalıyoruz, ses yok. Ancak 7.15 gibi açılıyor kapı. Mehrdad don-gömlek kapıda. “Duymadım” diyor.
3 hafta geçireceğimiz evdeki kurallarla ilgili bilgiler veriyorlar. Mutfak, kahvaltı… akşam yemeği 19-19.30 arası. Yemek istemiyorsak 17.00’den önce haberdar etmemiz gerektiği. Sabah duş almak yasak, evin içinde sigara içmek yasak, tuvalete ayaktan çiş yapmak yasak... Odamız üst kata, ana caddeye bakıyor. Mehrdad ve sevgilisi bahçe tarafına bakan odadalar.
Mehrdad Humeyni devrimi olduğu 1979 yılında kaçmış memleketinden. Çünkü o Humeyni’ye karşı mücadele eden Şah ailesini savunan bir subaymış. Geliş o geliş. 20 yıldır İngiltere’de. Memlekete geri dönsem beni asarlar diyor. Buralarda çalışmış ev sahibi olmuş. Otomobillere hizmet veren bir garaj işletiyor. Evinde öğrencileri konuk ediyor.[3] Annesinin, babasının ve kardeşlerinin de İran dışında Britanya’da ve ABD’de olduğunu söylüyor. Onların fotoğraflarını gösteriyor. Modern Batılı giysili kişiler hepsi.
Yaşı 55 civarı. Üst katın girişinde büyükçe bir Hz. Ali portresi görüyoruz. Domuz eti yemediğini söylüyor. “Sevmediğim için yemiyorum” diyor. Sonra, “İslam dünyasına küskünüm” diyor. Çünkü “birbirlerini yemekten başka bir şey bilmiyorlar.” Biraz sonra 31 yaşındaki kız arkadaşı Şav geliyor. Çinlileri genelde zayıf biliriz. Şav bir hayli kilolu. Güzel bir yüzü var. İyi bir insan olduğu her halinden belli oluyor.
Daha sonra Mehrdad bize bir Zerdüşt olduğunu söylüyor. Ateş önemli. Boynunda yanan ateş kolyesini gösterip “İran’ın eski dini budur” diyor. Humeyni öncesini övüyor. “Fars” (Farsça) değil “Pers”dir diyor doğrusu. “Fars”ı “Pers”e dili dönmeyen Arapların uydurduğunu söylüyor. Koyu bir Arap düşmanı olduğunu görüyoruz. Tayyip Erdoğan’ı sevmiyor. İsrail’in Gazze saldırısı konusunda “Müslüman terörist saldırıyor, İsrail’de ne yapsın? Kendini koruyor” diyor.
Tüm bunlar Mehrdad’ın burada yaşaya yaşaya buranın bakış açısının etkisi altına girdiğini gösteriyor… Tabi bu düşüncelerde memleketinden kovulmanın da etkisi var…
Giysilerimizi dolaplara yerleştirip uyuyoruz.
[1] “Birleşik Krallık” dense de kralın rolü sembol olmaktan öteye geçmiyor. Ülke, halkın belirlediği temsilciler tarafından yönetiliyor.
[2] Sussex İngiltere’nin bölgelerinden bir tanesi.
[3] Brighton bir İngilizce öğrenme merkezi olmuş. Dünyanın dört bir yanından gelen gençler (bazen benim gibi ihtiyarlar!) burada İngilizce öğreniyorlar. Evlere, aile yanlarına konuk oluyorlar. Orada yiyip içip, yatıp kurslara gidip geliyorlar. Bu şekilde bu işten aileler de para kazanıyorlar.
Prof. Dr. Nurettin Bilici
Çankaya Üniversitesi, Hukuk Fakültesi